30 Nisan 2010 Cuma
Penguen Dergisi - Gündem
29 Nisan 2010 Perşembe
Bülent Tekin Yazıyor
1910’lu yıllarda görev yapan Nasturilerin (Asur) patriği Mar Şamon müstesna bir hikâye anlatıcısıydı. Doğu Kiliseleri için gezi yapan misafiri (İngiliz rahip ve yazar) W.A.Wigram’a (1872-1953) Gothamlıların potlarıyla ilgili anlattığı tuhaf ama hoş bir hikâye vardır: Bir zamanlar yaz döneminde güneş bulutların arkasında kalmış. Bu olay, bu gözde topraklarda öylesine alışılmadık bir fenomendir ki (savaşçı bir Nasturi aşireti) Tiyariler ciddi ciddi bir araya gelerek bu konuda ne yapabileceklerini tartışırlar. Toplantının sonunda bu gündüz yıldızının herhalde heybetli boğazlarının kenarı üzerindeki bir mağarada sıkışıp kaldığını ve eğer bu sıkışıklıktan kurtulmazsa, ardından felaketin geleceğine karar verirler. Mağaranın ağzına varan ilk adam birden durur ve mağaranın içine bakar, karanlıkta parlayan iki küre görür. “Tamam” diye söyler arkadaşlarına, “hem güneş hem de ay buradalar. Sürünerek içeri girip anları oradan kurtaracağım.” Adam sürünerek içeri girer ama orada kendini bir talihsizlik beklemektedir. Gördüğü ışıklar leoparın gözleridir. Bu usta hayvan bir vuruşta adamın başını gövdesinden ayırır. Arkadaşları adam gelmeyince ve sorulan sorulara bir cevap vermeyince ayaklarından tutup çekerler. Bir de ne görsünler adamın başı gövdesinin üzerinde yoktur. “Aman Allah’ım der” der liderleri. “Bu çok tuhaf. İçinizden biri bana Yukhanan mağaraya girdiğinde başı gövdesinin üzerinde miydi yoksa onu evde mi bırakmıştı onu söylesin.” Bu konuda kimse emin değildir. Dolayısıyla toplanarak adamın karısına sormaya giderler. “Ey Sinci, sen Yukhanan’ın karısısın, bize kocanın bu sabah tepeye gittiği zaman başını eve bırakıp bırakmadığını söyle. Zira onun başını bulamıyoruz.” Sinci evin her tarafını aradıktan sonra gelir: “Burada yok.” der. Lider ise, “Ha tamam, herhalde onu yolda düşürmüş olmalı. Çocuklar gün batımında keçileri eve getirdiklerinde kafasını bulup getirecekler” diye söyler.
Oligarşik devletin yönetici siyasi grubu, anlattığımız Gotham Köyü hikâyesindeki saf insanlarla bizler arasında benzerlik kurmuş olmalılar. İktidarın günahını almak istemem, en az onlar kadar muhalefet de bizleri Gotham Köyü’nün yurttaşları görmektedir. AKP iktidarı AB kriterlerini gerçekleştirmeye çalışırken (bu arada aynı yolun şeriat devletine gitmesine dua ederken) CHP, MHP gibi muhalefet partileri tek’çi zihniyetle adı sadece demokrasi olan bir rejim peşindeler. Doğrusu BDP’nin de ne istediğini (ayrıntılı talep ve rejim formülünü) anlamış değilim. Cumhuriyet’ten bu yana iktidar partilerinin demokrasi diyerek bizi getirdikleri yer ortadadır. Bir hatırlatma olarak söylemek istiyorum: Hitler kendi rejimine “gerçek demokrasi” demişti. Ne (var) ki, demokrasi özgürlükler ve doğal haklar sistemidir(rejimidir). İnsan hakları ve özgürlükleri (kullanımını sağlayarak) güvence altına alır.
Bizler-Türkiye’deki büyük çoğunluk-(asla garibanizm yapmıyorum!) alışveriş yapamıyoruz, özel mülkiyetimiz yok, yüksek bürokrat olamıyoruz, milletvekili olamıyoruz, paramız yok; dilimizi, dinimizi, kültürümüzü ifade edemiyoruz. Saflar Köyü köylüleri gibi-bize-kaybolan yıldızımızı canavarın ağzında aratıyorsunuz. Ya geleceğe dair umutlarımız olur mu? Gene de iyi şeyler umabilir miyiz? Kim bilir, belki!
___
bulent_tekin@turk.net
___
28 Nisan 2010 Çarşamba
Osman TURHAN Çiziyor - 27 Nisan
27 Nisan 2010 Salı
Haslet Soyöz Çiziyor
26 Nisan 2010 Pazartesi
SEFER SELVİ ÇİZİYOR
24 Nisan 2010 Cumartesi
23 Nisan 2010 Cuma
23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI
Dünyanın çocuklara özel tek bayramının 23 Nisan olduğunu hepinizin bildiğine eminiz. Tabi ki bu bayramın esas amacının TBMM’nin açılışını kutlamak olduğunu da biliyorsunuzdur. Ancak yine de tarihçesine kısaca bir göz atmak ve bu bayram hakkında bilmiyor olabileceğiniz bazı ilginç bilgiler vermek istiyoruz.
23 Nisan 1920’de resmi olarak kuruluşunu ilan eden TBMM’nin kuruluş yıldönümü olan 23 Nisan, 1921 yılı itibariyle Hakimiyet-i Milliye Bayramı olarak kutlanmaya başladı. Ancak 23 Nisan tarihinin o dönemde özel bir anlamı daha vardı. Himaye-i Etfal Cemiyeti, özellikle Kurtuluş Savaşı döneminde yetim ve öksüz kalan çocukları sevindirebilmek için 23-30 Nisan haftasını Çocuk Haftası ilan etmişti. Bu sebeple 1929 yılından itibaren bu haftanın ilk günü olan 23 Nisan da bir çocuk bayramı olarak kutlanmaya başlamıştı.
Türkiye tarihi açısında oldukça önemli olan bu iki bayramın aynı tarihlere denk gelmesi ilginçti ancak her iki bayram da 1935 yılına kadar ayrı ayrı kutlandı. 1935 yılında iki bayramın birlikte kutlanmasına karar veren Atatürk, 23 Nisan tarihini Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ilan etti. 23 Nisan 1935 yılından beri ülkemizde coşkuyla kutlanmaktadır.
1979 yılı, UNESCO tarafından Dünya Çocuk Yılı ilan edildiğinde TRT büyük bir organizasyona girişti ve hepimizin çok severek takip ettiği Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği’ni başlattı. Bayramın uluslararası bir şenliğe dönüştürülmesi neticesinde 23 Nisan tarihi tüm dünya tarafından bilinir hale geldi. 1979’dan beri ülkemiz her yıl 23 Nisan haftasında dünyanın her köşesinden çocukları ağırlamakta ve bu bayram tüm dünya çocukları ile birlikte kutlanmaktadır.
Bülent Tekin Yazıyor
W.A.Wigram’ın (1872-1953) 1910’lu yıllarda Doğu Kiliseleri için yaptığı gezide bizzat tanık olduğu bir olayı anlatmak istiyorum: Bir Kürt ağanın mülkiyetinde olan zavallı bir Yahudi rakip bir ağa tarafından üzerindeki elbiseler dâhil son kuruşuna kadar soyulmuştu. Elbette zavallı İbrahim eğer ağanın mülkiyetinde olan biri bu şekilde soyulmuşsa bunun bizzat ağası için bir ayıp oluşturduğu gerekçesiyle doğal efendisine gidip şikâyette bulundu. Ağa bunun tartışmaya değer bir şey olduğunu kabul etmek zorunda kaldı ama silahlı kuvvetle bunun telafisinin yapılmasını imkânsız gördü. Çünkü soyan kişi güç bakımından kendisinin eşiti olmaktan uzak mı uzak biriydi. “İtibarınız sarsılır, Efendim” diye yalvardı İbrani. “Gerçekten de öyledir” diye söyledi ağa, “ama gene de onunla savaşamam.” Kısa bir süre sonra ağaya çok parlak bir ilham geldi. “Bak İbrahim, buldum! Ben de gidip onun Yahudi’sini soyacağım! ”
Ahmet Türk’ün Samsun’da yumruklanmasını çirkin saldırıyı kınıyorum gibi laflarla anlatmak istemiyorum. Bu sözleri söyleyenleri test edemem. Barış, kardeşlik, sevgi, adalet, eşitlik duygularını beyinlere nakşetmenin ululuğudur asıl olan. Küreselleşmiş finans tekel’in devletine, ordusuna, polisine, kompradoruna tek laf edemeyenin 14 yaşındaki bir çocuğun elmacık kemiğini kırması bir görev değildir. Bir Kürt’e karşılık da zavallı, gariban bir Türk’e yumruk atmak da bir görev olmamalıdır. Kardeşlik, eşitlik, adalet, insanlık taleplerini-eğer içten inanıyorsak-Çin’e, Rusya’ya, ABD’ye rağmen olsa dahi savunmaktır esas olan. Yoksa-yalandan!-danışıklı dövüş bir İsrail kabadayılığıyla iş bitmez. Wigram’ın anlattığı Yahudi hikâyesine döner iş. Büyük bir zalimin üstüne gidemeyen birinin hırsını bir zavallıdan alması gibi.
Ahmet Türk’e uygulanan şiddeti destekleyenleri sadece Samsun’da görmedik. Birçok evde ve yerde, hatta gazetede bile destekleyenler oldu. Irklara ve cinsiyetlere düşmanlık besleyen hasta ruhları-bırakın tedavi etmeyi-yatıştırmayı başaran toplumsal talep yok. Ötekiden üstün olma duygusu güçlü bir biçimde gelişmişse mülke (vatan) sahiplenme güveni nerelere dayanır? İnsan bu sözlerden ürkebilir belki! Gaza, cihat, din, vatan, talan, gurur, kahramanlık, hamaset ve yüceltmelerle şartlandırdığımız insanlardan bir derviş tavrı beklemek olası mı? Samsun’da, Trabzon’da, Yozgat’ta, Diyarbakır’da, Hakkari’de insanlar neden bir başkasını düşman görsün? İnsanın insandan üstünlüğü ne ki?
Diyarbakır bugün Türk ırkının yurdudur ama-asıl yerlileri olan-Kürtlerin olup olmadığı şüphelidir demek inatçılığı hangi doğruları yanlış yapar? Irklar, dinler, diller yani insan; uğruna hukuk, demokrasi yapılmış insan ölçüt alınmalı ve insanın kutsal hakları tabii. Bu yazıdaki konumuz aslında Türk-Kürt, ırk, dil, din değildi. Wigram’ın şahit olduğu Yahudi hikâyesindeki güç ve egemenden hesap soramayan ama buna karşın zayıfı ezen bir adaletin sefaletini anlatmak istiyordum. Bu, kandırdığımız ve uyuttuğumuz garibanları kendi dünya malımız için kullandığımızdır. Bu, fakir fukarayı vatan, millet, din, iman, bayrak söylemleriyle kandırıp gasp ettiğimiz milyon dolarlar daha çok artırmamızdır.
---
21 Nisan 2010 Çarşamba
Zafer Temoçin Çiziyor
MEHMET ÇAĞÇAĞ ÇİZİYOR
20 Nisan 2010 Salı
Salih Memecan Çiziyor - Toz Bulutu
19 Nisan 2010 Pazartesi
BEHİÇ AK ÇİZİYOR - SINIF
18 Nisan 2010 Pazar
E-PAZAR -30- ÖZEL
---
Türkiye'de 7 milyon kişi günde 2 dolarla yaşayıp, aileleriyle birlikte 22 milyon kişi asgari ücretle geçinirken...
Bu insanlarımızın çocukları dershane parasını nasıl öder?
a, bana ne
b, babam sağ olsun
c, onların sorunu
d, tarikata girsin
e, okumasın
Anadolu'da dersleri boş geçen çocuklar, kolejlerde en kaliteli öğretmenler tarafından yetiştirilen çocuklarla aynı sınava girip, aynı sorularla nasıl yarışır?
a, sana ne
b, hadlerini bilsinler
c, yerse
d, girmesin kardeşim
e, çok da pipimdeydi
Annesi dershane taksitini ödeyemediği için hapse atılan, ağabeyi de kahrından intihar eden Fethiyeli Samet, o moralle bugün girdiği sınavda nereyi kazanır?
a, Harvard
b, Oxford
c, Cambridge
d, Sorbonne
e, kaldırım mühendisliği
Teröristin döşediği yetmiyormuş gibi, devletin döşediği mayınlarla şehit oluyor artık çocuklarımız... Üniversite okuyorum ayaklarıyla kapağı ABD'ye atanlar askerlikten yırtarken, Türkiye'de üniversite okuyanlar askerlikten niye yırtamıyor?
a, what?
b, cinsiyet değiştirsinler
c, çürük raporu alsınlar
d, vicdani retçi olsunlar
e, jömanfu
Peki n'olacak bu memleketin hali?
a, inşallah
b, maşallah
c, evelallah
d, maazallah
e, amin
Böyle gelmiş, hep böyle mi gidecek... Kim düzeltecek bu işi?
a, Obama
b, Angela Merkel
c, Vladimir Putin
d, Sarkozy
e, Recep İvedik
Düşen uçaktaki Polonya heyetinde Kaczynkski ile eşi Maria'nın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Franciszek Gagor, Merkez Bankası Başkanı Slawir Skrzypek, Dışişleri Bakan Yardımcısı Andrej Kremer, Polonya'nın sürgündeki son Devlet Başkanı Ryszard Kaczorowski, Ulusal Güvenlik Bölümü Başkanı Aleksander Szczyglo, Devlet Başkan Yardımcıları Pawel Wypch ile Mariusz Handzlik, Parlamento Başkan Yardımcısı Jerzego Szmajdzinski gibi üst düzey devlet görevlileri yer alıyordu.
BAŞBAKANIMIZDAN İMALI BAŞSAĞLIĞI
---
Facebook'ta bu karikatürün altındaki yorumlara baktık;Neden biz farklıyız :(((
---
Yumruk Yemiş Üçgen
(Biz, Siz ve Onlar)
---
17 Nisan 2010 Cumartesi
15 Nisan 2010 Perşembe
PENGUEN DERGİSİ - KAPAK(395)
SEFER SELVİ ÇİZİYOR
Bülent Tekin Yazıyor
Alexandre Dumas’ın (1802-1870) “Siyah Lâle” romanında (1670’li yıllarda Hollanda’da) bir lâle severin (Cornelius Van Baerle) yaşamı anlatılır. Cornelius Van Baerle’yi kıskanan-onun kadar iyi yetiştirici olmayan-komşusu Isaac Boxtel bir lâle yarışmasında (siyah lâle yetiştirme) ödül almak için komşusunu-lâle soğanlarını çalmak için idama çarptırmak amacıyla-ihbar eder. Bu kıskanç adam-nasıl bir lâle severse?-önceleri de (bir gece) iki kedinin arka ayaklarını on adım uzunluğunda bir iple birbirine bağladı ve kedileri duvarın üzerinden (evleri yan yanaydı) Van Baerle’nin bahçesine attı. Ürkmüş hayvanlar-ipler giyotin gibi davranıyordu-en soylu lâleleri parçaladı, katletti. 15 dakika içinde biçilen çiçekler bitince korkunç miyavlamalarla ipi koparan kediler tüymüşlerdi. Bu lâle severin(!) aksine, hapisteki hücresinde ektiği lâle soğanı gardiyan tarafından ezilince Van Baerle içinin koptuğunu hissetmişti. Gardiyanın sopayla onu dövmeye geldiği (gardiyan Boxtel’le işbirliği yapıyordu) bir anda dahi Van Baerle “çiçeklerin ilahisi”ni mırıldanıyordu: “Biz gizli ateşin kız çocuklarıyız/Dünyanın damarlarında dolaşan ateşin/Seher vaktinin ve sabah şebnemlerinin çocukları/Havanın evlatları/Ve suyun./Ama her şeyden öte biz cennetin çocuklarıyız.”
İki tip lâle severden bahsettik. Biri (Boxtel) kıskanç, ödül (para) için komşusunun lâle soğanlarını çalmak için onu idama yollayan; diğeri (Cornelius) her yere gidebilme izniyle birlikte özgürlüğünü kazansa da Rosa’nın (sevdiği kız, gardiyanın kızı) ve lâle soğanlarının bulunduğu hapishaneyi dünya üzerindeki her yere tercih eden. Bu iki sevgi arsında uzlaşmaz bir fark vardır. Bugün bizim söyleyeceklerimiz, ülkemizin siyasetçilerinin ülke (vatan), insan, yurttaş sevgileri üzerinedir. Isaac Boxtel tipi gibi iktidar, ödül (makam), hırs, para uğruna bu ülkeyi ve insanlarını sevmelerini istemezdim. Isaac Boxtel’in çiçek sevgisi ödül (para) uğruna her türlü komploya dayanmaktadır. Isaacvari sevgilerin hırs, kin, düşmanlık, öfkeyle anılabileceğini söylemeliyim. Çiçeği kendi öz çocuğu kadar seven sevgiler de var. Cornelius tipi sevgiler insana, çiçeğe, hayvana değer verenlerdir. O sevgilerde sevgilinin mutluluğu, adaleti, yaşam hakkı vardır. İşte biz bugün bu iki tip sevginin içinde siyasetçilerimizin (bunlar tekel’ci devletin siyasetçileridir!) yerini arıyoruz. Bizimkisi insanlık namına, sadece platonik(!)
Din, iman, Allah, ampul, vatan, millet, Sakarya, Atatürk, bozkurt, alperen diyerek bizlere yaklaşıp yetiştirdiğimiz çiçekleri-bir anını bulup-koparıp kaçıran Erdoğan, Baykal, Bahçeli vesaire tipi (tekelci) devletin siyasetçileri emeğimizi yok ederlerken kendilerini bir hırsız olarak asla görmüyorlar. Oysa krallara lâyık lâleler yetiştiren insanlarımızın masumiyeti ve bulup geliştirdiği (lâle) soğanları-rengârenk lâleler-gasp edenler masumlardan çok, vatansever olarak tanınmış olduklarından kendilerine inanılacağını düşünmektedir. Dingin ve huzurlu duruşumuzu (bir lâle fidanı gibi) bir siyasetçi kurnazlığıyla (kurnaz adam en büyük siyasetçidir de) koparıp ezen bir sevgiden(!) bahsediyorum. Zavallı bir yazarın belki de anlatamadığı lâle sevgisini yadsıyabilirsiniz. Ancak ince uzun fidanın üstünde rengârenk çiçeğiyle bir insanın nahifliği ve inceliği arasında epeyce bir benzerlik vardır.
Yukarıda bir bölümünü yazdığım “çiçeklerin ilahisi”ne devam etmek istiyorum: “İnsanlar kirletir bizi ve severken öldürür,/Biz sadece incecik bir iple bağlıyız dünyaya,/O ip bizim kökümüzdür yani hayatımız,/Ama kollarımızı sadece cennete çeviririz./Çünkü cennet bizim evimiz/Bizim gerçek evimiz, oradan gelir ruhumuz,/Ve tekrar oraya döner./Ruhumuz yani güzel kokumuz.” Ve bahsettiğimiz Siyah Lâle’de en tuhaf durum siyah lâleyi Rosa’nın odasından gizlice çalıp (ödül almak için) festival yerine götüren Isaac Boxtel’in kendisini hırsız olarak görmemesiydi. O gün o genç kızın çeyizini çalanlar bugün bizim havamızı, suyumuzu, toprağımızı, yaşamımızı, onurumuzu çalarken de kendilerini hırsız görmemektedirler.
---
bulent_tekin@turk.net
14 Nisan 2010 Çarşamba
İ.BÜLENT ÇELİK ÇİZİYOR
13 Nisan 2010 Salı
Musa Kart - Çizmeden Yukarı
10 Nisan 2010 Cumartesi
HASLET SOYÖZ ÇİZİYOR - ADALET
9 Nisan 2010 Cuma
SEFER SELVİ ÇİZİYOR - YGS
Herkes sınav yerini ararken, Doğu ve Güneydoğu'daki bazı adaylar sınava girecekleri şehrin peşine düştü. Çünkü onlar daha önce hiç gitmedikleri görmedikleri kentlerde sınava girecekler.. Buna gerekçe olarak daha önce bölgede sınav sırasında kopya çekilmiş olması gösteriliyor. Doğulu öğrencilere sınava girecekleri adres olarak kimine İstanbul kimine Lefkoşa gösterildi. Aday öğrenciler evlerinden binlerce kilometre uzakta sınava girmek zorunda. Mardin Kızıltepeli adaylar için tüm ilçe seferber olmuş durumda.
8 Nisan 2010 Perşembe
MESUT EKENER ÇİZİYOR - TELEKULAK
BÜLENT TEKİN YAZIYOR
Milattan önce 2400’lü yıllar Mezopotamya’da-Lagaş’ta-
Şimdi tam da bu noktada Lagaş’ta yaşananları (yolsuzlukları) bize anlatan tarihçeye-ilk tarihçilerden olmalı-dinleyelim: Hayvan denetçileri büyük ve küçükbaş hayvanları gasp ediyordu. Balıkçıların denetçileri de balıkları gasp ediyordu. Koyun kırktırmaktan kadın boşamaya kadar kent yöneticisi ve vezirine vergi veriliyordu. Kadim tarihçimizin (bizdeki resmi ideoloji tarihçilerine bin basar ya!) şu sözcüğüne bakın: “Tanrıların öküzleri yöneticinin soğan tarlalarını sürüyordu; yöneticinin soğan ve salatalık tarlaları tanrıların en iyi tarlalarında yer alıyordu.” Bugün de din, iman, Allah, vatan, bayrak edebiyatı yapan yöneticiler işi ahirete havale etmeden en büyük dünya malına sahip olmuyorlar mı?(Ben sizin yerinizde olsam, bu söylediklerimden soğan ve salatalığın yaşını hesaplardım. Anlattıklarıma inanıyorsanız bu sebzeler 4500 yıldır buralarda biliniyor.)
Ölüm bile-Lagaş’ta-kendini vergiden kurtaramıyordu. Devletin bütün sistemi vergi tahsildarları üzerine kurulmuştu. Saray bolluk ve erinç (huzur) içindeydi. Bugün de yoksulları yönetenler (buna biz övünçle demokrasi diyoruz!) varsıllar değil midir? Aslında ben ne desem siz bir kara çalma(k) arayacaksınız ya, ben yine de lafımı esirgemeyeceğim. Zaten sürünmekte olan bizleri vergilerle köleleştiren devlet varsıllara kölelik yapmaktadır. Gariban Kürt ve Türk çocukları dağlarda ölürlerken, Bilal Erdoğan gibi biri 21 gün bedelli askerlik yapabilmektedir.
İşte Lagaş’ı bu rezil durumdan Urukagina kurtardı. Denetçileri ve tahsildarları görevden aldı. Artık karısını boşayan da gümüş vermeyecekti. ( Bakın bu konu hâlâ bugün bile tartışma konusudur. Kimin kimi boşadığı/boşayamadığı belli değildir. Bu konuda kimse kimseyi dinlemiyor.) Ama ölü mallarındaki vurgunu tam önleyemedi, memurlar hemen hemen eskisinin yarısını alacaklardı. (Bugün de ölmek için para lazım. Yoksulların ölüsünü belediye bile kaldırmaz. Mezardan taziyeye, imama kadar para gerekir. Yoksulun ölme hakkı yoktur. Varsılların arkasından methiyeler düzülür. Varsıların mirası yakınları mutlu eder.) Tanrı korkusu vardı bu yeni kralda. Tapınak mülkiyetine saygı gösterdi. Ve bizim kadim tarihçimiz (ya bu adam solcu filan olmasın?) bu yeni durumu şöyle tarihe not düşer: Artık ülkede vergi tahsildarı yoktur! Urukagina, Lagaş yurttaşlarına özgürlük getirmiştir!
Ancak “özgürlük” bu kadar ucuz değildir. Bizim kadim tarihçi(miz) de bunun ayırdında. Urukagina’nın yoksulları varsılların sömürüsünden koruduğunu yazar: Varsıl adam yoksul adamın malını-hakkını vermeden-alamayacaktır. Bir tür (zorla) kamulaştırma (satın alma) yasasıdır. Ülke hırsızlardan, tefecilerden ve katillerden arındırıldı. Yoksul bir adamın oğlunun tuttuğu balıkları artık kimse çalmayacaktı. Varsıl memurlar yoksul bir adamın anasının bahçesindeki meyveleri alıp götüremeyecekti. Yani güçlüler zayıfları ezemeyecekti. (Kral Urukagina sakın solcu olmasın?) Varsıllar yoksulların mallarını talan edemeyecekti. Dul ve yetimler korunacaktı. Bunlar (yapılanlar) tarihin ilk reformları ve yasalarıydı aslında. Bu yasalar maddeler halinde yazılmış mıydı: Bu konuda henüz net bir yanıt yoktur. Ancak bu reformlar ve yasalar toplumsal sonuçları itibariyle önemlidir. Urukagina reformları Umma ve Lagaş arasındaki ilişkilere fazlaca etki yapmadı. Reformlar çok kısa süreli oldu. Urukagina iktidarı on yıl kadar sürdü. Çünkü Umma’nın hurslı ve güçlü kralı Lugalzaggisi çok geçmeden Lagaş’ı da alacaktı.
7 Nisan 2010 Çarşamba
LEMAN DERGİSİ - MEHMET ÇAĞÇAĞ
Devletin eğitim vermekden aciz olduğunun en iyi kanıtı. Tabii muz cumhuriyeti devletin de. yoksa bizim ülkemizde dershane parasını ödeyemediğinden ne hapis cezları veriliyor ne de gencecik insanlar ölüyor.
(zengin mineralli maden suyu, 03.04.2010 23:12)
E-MİZAH ekibinin Ekşi Sözlük'teki sesleri...
6 Nisan 2010 Salı
ERCAN AKYOL ÇİZİYOR
İ.BÜLENT ÇELİK ÇİZDİ
5 Nisan 2010 Pazartesi
4 Nisan 2010 Pazar
E-PAZAR -29- ANAYASA
3 Nisan 2010 Cumartesi
ERCAN AKYOL ÇİZİYOR - YOLSUZLUK
HASLET SOYÖZ ÇİZDİ - 1 NİSAN
2 Nisan 2010 Cuma
SESSİZ SEDASIZ DEĞİŞİM
(DENİZ SOM'UN 1 NİSAN 2010 TARİHİNDE
CUMHURİYET'İN "VAZİYET"
KÖŞESİNDEKİ YAZISI...)
1 Nisan 2010 Perşembe
SEFER SELVİ ÇİZİYOR
BÜLENT TEKİN YAZIYOR
Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, uzlaşmaz sınıflılıklarla örülmüş ulus devletimizin son model iktidarı AKP’dir. Son Anayasa’nın bazı maddelerini değiştirme niyetine rağmen kurmak istediği Baasvari demokrasi ulus-devletin yine kendisidir. Yani-büyük bir kandırmaca ile-toplumun devletle birlikte iktidarda olduğu yalanına dayalı eskinin tıpkısıdır. Ne yalan söyleyeyim-CHP, MHP gibi ittihatçı versiyonlara karşın-AKP’nin gideceği yol-çok istediğinden değil-zorunlu bir yol olabilir: İstikamet AB! AKP’nin-AB ve ABD’nin sıkıştırmasıyla-iste(me)se de gideceği yolun AB yolundan başka olamayacağı için-bizlere belki!-bir güvence olmasının emarelerine sosyolojik analizler rastlayabilir. Dilerim Baasvari Ilımlı İslam bir demokrasiye-küreselleşmenin büyük sorunları nedeniyle-AB ve ABD geçit verdirmeyecektir. Doğrusunu söylemek gerekirse iç dinamiklerimizin bunu engelleyecek gücü yoktur.
Peki, bu biçimlendirme nasıl oluyor: Belki bir şok yaşayacaksınız ama bunu küreselleşmiş finans tekelin yönlendirmesiyle-toplumun kendisi yani bizler!-yapıyor(uz). İşlem şöyle işler: Biz-artık biz değiliz!-toplum olmaktan çıkarız ve küreselleşmiş tekel’in bir aracı oluruz. Ve isteyerek, severek, oynayarak-zaman zaman da göbek atarak!-kendimizi canavarın ağzına atarız. Aslında bu anlattığım insanın insan olmaktan çıkma halidir. Okurlarımdan af dileyerek Şirazlı Sadi’nin (1213-1292) Gülistan’da anlattığı bir öyküyü-aklımda kaldığı kadar(ıyla)-anlatmak istiyorum: Adamın biri gözü ağrıyınca bir baytara gitmiş. “Gözüm ağrıyor, bana bir ilaç ver!” demiş. “Ne olur beni bu acıdan kurtar!” Baytar bu,-öyle sanıyorum ki adamın hayvandan farklı olmadığını anlamış-adama hayvanlara verdiği ilaçtan vermiş. Tabii olan olmuş, adam kör olmuş. Bir hışımla kadıya gitmiş, baytardan davacı olmuş: Gözünün karşılığını istemiş. “Gözünün karşılığı olmaz,” demiş kadı, “eğer eşek olmasaydı bu adam, baytara gitmezdi.”
Ulus-devletlerin işgal, direniş gibi durumlarda olumlu durumları olabilir. Ama bunun dışında artık sınıf, burjuva modeli, uluslararası tekelci güçlerin yerli iktidarı olarak şoven, milliyetçi, cinsiyetçi, dinci, emperyalist kültür gibi toplumu mahvedici özellikleri vardır. İktidar propaganda ve manipülasyonu öyle bir kullanır ki toplum adeta sanallaşır. Artık kimsenin babası öz babası değildir, evladı da öz evladı değildir. Toplum-modern köle olduğu halde-kendini devlet sanır, devlet de-yalanın en kralını atarak-kendini toplum sayar. Artık-bir düşünün-sanallaşmış bir insanın ne tür bir saflığından bahsedebiliriz. Şirazlı Sadi’nin Eşek Adam öyküsündeki adam’ın kendi eliyle bile bile kör olmasının daniskasını toplum kendi eliyle faşizmi getirerek yapmaktadır. Af ola!
Çıldırmış, sanal toplumdan bahsediyorum. Yazarı belki pervasızlıkla suçlayabilirsiniz ama ülkemizde ve dünyada olanlara bir baksanıza? Doğuştan asker milletiz, Türk-Kürt aynı dinin ümmetiyiz, ayrımız gayrımız yok, yoksul-varsıl hepimiz bu devlette iktidardayız sanal dünyası yozlaştırılmış (kendisi olmaktan çıkmış) toplumla olabilir. İşte böyle bir toplumda anayasa, demokrasi, siyasi partiler, cumhuriyet, iktidar, devlet, adalet, insan hakları, hak, hukuk, özgürlük kendini devlet (iktidar) sanan toplum için ancak sanal olarak vardır. Lafı şuraya getirmek istiyorum: Uluslar arası finans tekel ve şubesi devlet-devlet de bir tekeldir!-bizi (toplumu) öyle bir kırıma uğratıyor ki gözümüz ağrıdığında doktor yerine ayaklarımız kendiliğinden baytara yürümektedir. Yazarla-abartılarından belki!-dalga geçebilirsiniz ama-Allah aşkına!-ahlaki ve politik yetilerini kaybetmiş toplumun bilgisayar (çocuk) oyunlarının (sanal) programlarından ne farkı var? Fakiriyle-zenginiyle, Türk’üyle-Kürt’üyle iktidardayız diyen ulus devlet Abdullah Gül’ü, Tayyip Erdoğan’ı, Deniz Baykal’ı, Devlet Bahçeli’yi, İlker Başbuğ’u, Kürt toprak ağası Abdo’yu mu, yoksa Tekel işçisi Fatma’yı, evrak memuru Ali’yi, Türk askeri Mehmetçik’i, işsiz-gariban Kürt Musa’yı mı koruyor? Siz gerçekten-bu yazarla kafayı bulmak istiyorsanız-birini seçmelisiniz(!)
bulent_tekin@turk.net